Ah benim Yorgun Dünyam

Üzerinde yaşadığımız şu dünyaya yeterince iyi davranıyor muyuz, yoksa ‘Benden sonra tufan!’ mı diyoruz?
Farkında mıyız ki milyarlarca yıldır canlılara kucak açmış güzelim yeryüzü cennetini cennetlikten çıkartıp, hızla cehenneme döndürmeye çalışıyoruz.
Üstelik bunu da oldukça iyi başarıyoruz.
Ve biz bunun için o kadar uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bitap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor…
Bir yandan toprağa geçirdiğimiz kimyasalları sindirmeye, derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor.
Bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor…
Ne yazık ki artık dünya bunlarla kendi doğal korunma yöntemleriyle baş edemiyor.
Bizi daha fazla taşıyamıyor…
Sonunda onu organları bozulmuş bir canlıya döndürdük.
Suyumuzu süzemeyen böbrekleri var artık. Havamızı arıtamayan ciğerleri, kimyasalları öğütemeyen bozulmuş bir midesi var.
Üzerinde yaşayabilmemiz için mükemmel donatılmış bu gezegeni ve onun yaşamsal organlarını kendi ellerimizle birer birer yok ettik.
Yok ettik de; bu yok edişle esasen kendi kendimizi imha etmenin eşiğine geldik.
Kendi bindiğimiz dalı kestik, kendi kazdığımız çukura düştük.
Bedenindeki hayati organları çürümüş bir canlı daha ne kadar direnebilir?
‘Koskoca denizde boş bir sigara paketinin kime ne zararı olur ki canım?’ diye düşünürler hep.
Sigara paketlerini atarlar, izmaritlerini atarlar, burunlarını sildikleri mendilleri, içtikleri meşrubat şişelerini, çocuk bezlerini, ellerine geçen her ne varsa hepsini deniz bir çöplükmüşcesine fırlatıp atarlar.
Saygısızca ve sorumsuzca atılan bu çöpler denizin dibinde kokuşmuş balçık tarlaları yaratır. Dibe çökmeyip yüzeyde kalan çöpler ise deniz tarafından sahillere kusulur.
Denizden gelen kokunun verdiği rahatsızlık, sahillerde birikmiş çöp yığınları, ağır metal içeren deniz canlıları, yok olan balık türleri ve kirlilikten yüzülemeyen rengi bozarmış o deniz, tamamlanmamış bir alış-verişin zaman zaman görülen hesabıdır aslında.
Kâr-zarar belirlenmiştir.
Bedeller karşılıklı ödenmektedir…
Şehirlerin ve fabrikaların denizlere salıverilen atık sularıysa, bu çağda olmaması gereken en büyük sorumsuzluk örneği değil midir?
Artık ne içme sularımızdan eminiz, ne ürünlerimizin yetiştiği topraklardan, ne de sulandığı sulardan.
Organik ürün koşturmacasıyla kavruluyoruz. Yumurtadan domatese, fındıktan patatese kadar her şeyde organik etiketi arıyoruz.
Ürünlerin köylerde yetişmiş olmalarının organik olmalarına yettiğini düşünüyoruz.
Oysa yetmiyor!
Kısır bir döngü içerisinde hepsi bu kirlenmeden nasibini alıyor ve bunun faturası yine insanoğluna çıkıyor.
Zehirli yiyeceklerle beslediğimiz vücutlarımız da çok erken yaşlarda isyan bayrağını çekip, bizi onulmaz hastalıklarla baş başa bırakıyor.
Sonra da gelsin anti ageing kürleri…
Bir an bile düşünmeksizin kesilen her ağaçla birlikte bunun bedelini toprak kaymalarıyla ödeyen, çamurlara gark olan köyler, oksijen seviyesinin düşmesi, ozon tabakasının delinmesi derken fatura yine kabarıyor
Doğadaki her canlıyı da doğayla birlikte yok ediyoruz. Onları daha dar alanlara sıkıştırarak varolma haklarını ellerinden alıyoruz…
Balkonumuzdaki ışığa pervane olan böceği de, duvarda gezinen örümceği de haneye tecavüz suçundan ölüme mahkûm ediyoruz.
Kimin kimin hanesine tecavüz ettiğini görmezden geliyoruz…
Bir çocuk doğduğundan itibaren çevresinde her çöpünü sokağa fırlatan insanlar görürse, bunların son derece doğal davranışlar olduğunu benimser ve hiç sorgulamadan gördüklerini yapar.
Bir insan ailesinde bu yanlış davranışı öğrenmiş olabilir. Ancak artık çocuklar genellikle beş yaşlarından sonra evlerinden ayrılıp okullara gitmekteler.
Milli Eğitim Bakanlığı çevreyi koruma bilincinin öğrenilmesi ve gelişmesi adına müfredatlarına bu konuya özel dersler eklemeli. Tek tek gönüllülerin büyük özverilerle yapmaya çalıştıkları bu işi organize bir hale getirmeli ve bu önlemlerin ve bu yaşama tarzının bizim geleceğimiz olduğu her çocuğa tek tek belletilmeli.
Tabi bunlar sadece ders olarak anlatılır, çocuk okuldan çıkıp da evine giderken kendisine öğretilen her şeyin tam tersini hayat içinde görürse kafası oldukça karışacaktır. Bu karışıklığı yenmeleri ve göğüsleyebilmeleri için de çevre duyarlılığı olan, inanmış öğretmenler en belirleyici kişilerdir.
TEMA Vakfı kurucusu Hayrettin Karaca yıllardır sesini duyurabilmek için mücadele veriyor, durmaksızın çalışıyor, bıkmaksızın anlatıyor.
O; ‘Türkiye Çöl Olmasın!’ dedikçe daha çok ağaç kesiliyor, daha çok ormanlık alan imara açılıyor, daha büyük katliamlar yapılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde, orman vasfını yitirmiş, kadastro marifetiyle orman alanları dışına çıkartılmış, bir daha geri kazanılamayan ve ıslah edilemeyen arazilere 2B arazileri deniliyor. (2B, 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesi B bendi için kullanılan bir kısaltmadır)
Bu arazilerin satılması durumunda hazineye 5 ila 20 milyar dolar gelir getireceği öngörülüyor.
Bir yandan TEMA Vakfı, “2/B Arazileri Satılmasın” isimli bir imza kampanyası başlatıyor, diğer yandan muhalif sesler 2B düzenlemesinin orman arazisi işgalcilerinin oyunu almaya yönelik bir seçim hilesi olduğu öne sürüyor.
Gerçekten de bir daha geri kazanılamayacak arazilerin imara açılması için bir sözümüz yok. Lâkin henüz verimli ya da geri kazanılabilir araziler de işin içine girerse vay halimize…
Lâf aramızda;
2B arazileri ile ilgili yaptığım internet aramalarında karşıma ilk çıkan sitelerin emlak siteleri olduğunu görünce irkilmedim de değil.
Ben’ce;
Dünyamızın artık iyi bir tedaviye ihtiyacı var.
Belki itinalı bir bakımla kendini toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir. Bu özenli bakımın sürekliliği halindeyse eski neşesine ve verimliliğine kavuşabilir.
Bu iyileşmenin olabilmesi için neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor değil.
Hani olmaz ya; (aciliyeti olan durumlar dışında) arada bir bütün dünya şalter indirse mesela. Yine başka bir gün kimse arabasını kullanmasa. Bir gün şehrin bütün vanaları kapatılsa ve bir damla bile su harcanmasa. Bir gün ne ısıtıcı ne soğutucu çalışmasa.:
Bir günlük tatil versek dünyamıza
Bir gün de o izin kullansa…
Belki o zaman şöyle bir oh çeker içinden ve ertesi gün daha bir neşeyle, daha bir şevkle dönmeye başlar kaldığı yerden…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.