Oy mu, insan mı?

Osmanlı Devleti’nin ekonomisi tarımdan alınan vergilere
dayanıyordu. Vergiler toplanıp, başkente hazineye aktarılıyordu. Devletin üst
düzey yöneticileri olan kapıkulları, bu vergilerden kendilerine aktarılanlar
ile yüksek bir refah seviyesinde yaşıyorlardı.

Kapıkulları, bilgi tekelini de ellerinde bulunduruyorlardı.

Çünkü, o dönemde esaslı bir eğitim alabilmek demek, ya üst
düzey bürokrat olmanın kapılarını aralayan Harbiye ve Mülkiye gibi az sayıda
öğrenci yetiştiren okullarda yer almak veya özel bir eğitim alabilecek paraya
sahip olmak demekti.

Buna bir de, kozmopolit imparatorluk merkezinde yaşıyor
olmanın ve dünyadaki gelişmeleri takip edebilmenin getirdiği avantajları da
eklemek gerekir.

Dolayısıyla, Osmanlı’nın üst düzey yöneticileri toplumun
entellektüelleriydi de…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte, bu yönetici
sınıfentellektüel üstünlüğünün getirdiği güçle, yeni yönetimi de oluşturdu.

İktidarını, “Türkiye Toplumunu modernleştirmek, çağdaş
ülkeler seviyesine çıkarmak” gibi ufuklu ve olabilirliği yüksek hedefi önüne
koymak suretiyle ideolojik olarak perçinledi.

Halk, kendisini asırlardır sömürenlerin oluşturduğu bu
iktidarı, yeni dönemde toplumsal değişimi sağlayabilecek uzun ufuklu kadrolara
sahip tek alternatif olarak gördü.

Yeni Cumhuriyetin kadroları meşruiyetini böylece ortaya
koydu.

Yaptıklarının dönemin Dünyası’nda “ilericilik” olarak
tanımlanmasına dayanarak, kendilerini “solcu” ilan ettiler.

Entellektüel öncülüklerini koruyabilmek için, kendilerini
toplumun ötesinde kılan modernizm bilgisine toplumun ulaşmasını engellediler.

Bu demokratik rejimle bağdaşmayan engellemeyi örtebilmek
için, topluma resmi tarih ve milliyetçilik pompaladılar.

Örtemedikleri zamanlarda da, “gavur icadı” ithamları ile,
İslami kültürel değerlerin yiteceği endişesini yayarak, siyasi özgürlük
anlayışlarının toplumda yer etmesinin önüne geçtiler.

Ancak, 80 küsur yıllık süreçte, hesaba katamadıkları bir
şey oldu.

Türkiye’de değişimi engellemeye çalışırken, Dünya’daki
değişimi kontrol edemediler.

Bu sürede, onları entellektüel üstünlüğe taşıyan temel
dünya görüşü –modernizmin kanalları, Dünya’ya ilişkin sorunların üstesinden
gelebilmede yetersizleşti.

Ve daha kötüsü, bu bilgi alanı kendisinden köşe bucak
kaçırılan toplum, bu alanın dışında kendisine çıkış kanalları bulmaya; bulamadı
ise, bu kanalları kendisi açmaya başladı.

Bu kanallar, daha çok, baskılar nedeniyle siyasette değil,
24 Ocak 1980 sonrasında küresel rüzgarla serbestleşen bir alan olan ekonomi
alanında açıldı.

Toplum kendisini, siyaseten olamasa da, ekonomik anlamda
geleceğe taşıyabilme potansiyeline ve yeterliliğine sahip, kendi insanını,
sivil kadrolarını oluşturmaya başladı.

AKP, kadrolarını bu insanlardan oluşturmaya gayret etti.

            Modernizmin
sırça köşkünde, yüksek entellektüeliteye sahip olduğu sanısı içinde olan eski
yönetici elit ve halefleri ise, hala ‘sol’ yaftasını kuşanmanın bir işe
yarayabileceği düşüncesi ile CHP’deki yerlerini korudu.

Entellektüel düzeylerindeki ve toplumu geleceğe taşıyabilme
konusundaki yetersizliklerini biraz imaj değişikliği ile, her cepheden aday
göstererek örtebileceklerini düşündüler.

Bu nedenle, yüzde 50’lik sonuç; AKP’nin hegemonik üstünlüğü
ele geçirdiğinin bir göstergesi olmak yanında, CHP’nin toplumu geleceğe
taşıyabilecek entellektüel düzey ve uzun ufuklu bakışa sahip kadrolardan yoksun
olmasının da eseridir.

Diğer bir deyişle, sokaktaki insanın CHP’yi tercih
etmemesinin arkasında, hükümete gelecek bir CHP’nin, günümüz Türkiye’sinin
karmaşıklaşan sorunlarını toplumun burnu kanamadan çözebilecek ve toplumu
yüzüne gözüne bulaştırmadan geleceğe taşıyabilecek insan gücünden yoksun olduğu
kanısı, önemli bir yekün tutuyor.

AKP’nin yüzde 50’lik başarısının ürkütücü yanı, ülkenin
önümüzdeki seçim dönemine kadar, siyasi özgürlükler açısından zayıf, ancak ekonomik
yeterlilikleri yaygın kabul gören kadrolar tarafından şirket gibi yönetilmeye
devam edecek olmasıdır.

Kendini ‘sol’ olarak tanımlayanların, AKP’nin bu ekonomiye
dayalı hegemonyasını kırmasının yolu, Türkiye’yi geleceğe yoksulun, ötekinin
yanında farklı bir bakışla taşıyabilecek öngörülü kadroları bugünden başlayarak
oluşturabilmesinden geçiyor.

Bu öneriyi daha da genişletecek olursak, Türkiye’nin
geleceği konusunda kaygı taşıyan tüm sol ya da sağ siyasi örgütlerin, oy
kaygılarının önüne, nitelikli insani güç kaygılarını koymaları Türkiye’nin
geleceği için yapılacak en önemli başlangıç olacak, sanırım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.