Nereye gidiyoruz?

12 Eylül
referandumuna doğru sizlere birkaç yazı yazma fırsatım oldu ve bu yazılarda
referandumda neden ”hayır” dememiz gerektiğini dilimin döndüğünce, bilgimin
yettiğince anlatmak istedim. Bu noktadaki temel dayanağımız AKP’nin sırf yargı
kurumlarını ele geçirebilmek için Türk halkını da bu oyuna alet etmesiydi.
Referandumda yapılan Anayasa değişiklikleriyle AYM (Anayasa Mahkemesi) ve
HSYK’nın (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) yapılarıyla oynanarak yandaş
isimler bu mevkilere getirilmeye başlanmıştır. Örneğin Sayın Cumhurbaşkanı’nın
aynı zamanda hemşerisi de olan Kayseri Baro Başkanı Ali Aydın kısa bir süre
önce Cumhurbaşkanı tarafından HSYK’ya atanmıştır. Ali Aydın daha önce İslamcı
Mazlum-Der’de yöneticilik yapmış, referandum sürecinde evet yönünde oy
kullanılması için kampanya yürütmüştür. HSYK içine kendi yandaşlarını
yerleştiren AKP hakim ve savcı atamalarında istediği gibi oynamaya başlamıştır.
Örneğin Erzincan’da Başsavcı olan İlhan Cihaner, İsmailağa isimli cemaate
dokunduğu için, önce tutuklanıp hapse atılmış, İsmailağa cemaati bu sırada
aklanmış, daha sonra Cihaner Adana’ya düz savcı olarak atanmıştı.

            Sayın Başbakan’ın her fırsatta
söylediği üzere Danıştay zaten AKP’nin icraatlarına ayak bağı olmaktadır. Ne
zaman bir yerde doğa katliamı  yapılarak
Hidroelektrik santrali kurulmak istense, ne zaman bir yerlerde binlerce ağaç
kesilerek yabancı  firmalara maden arama
ruhsatı peşkeş çekilse, ne zaman Türk ekonomisine gerçekten katma değer
sağlayan bir kamu işletmesi değerinin çok altında satılmaya kalkılsa
Danıştay   iptal kararı vermektedir.
Öyleyse Danıştay’ın bu tür iptal kararlarıyla uğraşmak yerine kaleyi içerden
fethedip, en iyisi hiç bu tür kararlar çıkarttırmamaktır.

            Yagıtayın iş yükü zaten ortadadır.
Mahkemelerde istediğini bulamayan taraf doğal olarak temyiz yoluna başvurduğu
için, Yargıtay’da dosyalar biriktikçe birikmektedir. Yargı reformu ile hakim
sayısı arttırılarak, daha iyi ücretlerle, daha iyi çalışma koşulları sağlamak
yerine, Adalet bakanının kendi itirafına dayanarak söylüyorum; hakim-savcı
adayları fişlenerek, daha muhafazakar tarzda yaşam sürenlere daha fazla şans
verilmektedir.

            Şimdi bu yazdıklarımızdan yola
çıkarak Türk Yargısı’nın vardığı son noktayı görelim: 25 Ocak 2011 tarihinde
ekolay.net ana sayfasında çıkan habere göre ”23. Asliye  Hukuk Mahkemesi, Avukat Sedat Vural’ın
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın referanduma yönelik “Hayır diyen
darbecidir” sözleri nedeniyle referandumda “hayır” oyu
kullananların kişilik haklarına saldırıda bulunduğu gerekçesiyle açtığı davayı
reddetti”. Diğer taraftan ” Ankara 4. Sulh Hukuk Mahkemesinde görülen davada
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir panelde, “Anayasa
referandumunda evet oyu kullananların gaflet, dalalet ve ihanet içinde olduğunu
söyleyerek, kendisine hakaret ettiği” iddiasıyla Atatürkçü Düşünce Derneği
Genel Başkanı Tansel Çölaşan aleyhine açtığı davada, 5 bin lira  manevi tazminat  kazandı.”

            İşte adalet kurumlarının hiçbir
zaman gelmemesi gereken nokta budur. ”Hayır diyen darbecidir” sözleri dava
konusu olamazken ”Evet diyen gaflet içindedir” sözleri tazminata mahkum
ediliyor.

            Sadece bunlar mı? Hayır. Birkaç gün
önce Hükümet Yargıtay ve Danıştay’ın yapısını yeniden şekillendireceği tasarıyı
TBMM’ne sevketti. Buna göre ”Yargıtay’a ve Danıştay’a yeni daireler kurulacak
ve üye sayıları arttırılacaktır. Özellikle özelleştirmelere ilişkin davalarda
hükümeti rahatsız eden kararlar alan Danıştay’ın en üst karar organı İdari Dava
Daireleri Kurulu’nun çalışma esasları değişecektir. Tasarıya göre, Yargıtay ve
Danıştay’daki hangi dairenin hangi davalara bakacağına her yılın başında
Yargıtay ve Danıştay’daki Başkanlar Kurulu karar verecektir. Görev alanı
değişen daire görmekte olduğu davayı karara bağlamadan görevlendirilen yeni
daireye devredecek, böylece davalar mevcut dairelerinden başka dairelere
gönderilebilecektir.” İşte gerçekten dikkat edilmesi gereken bir husus bu
noktada ortaya çıkmaktadır. Hükümetin işine gelecek sonuçları alabilmek için
dairelerin görev alanları değiştirilerek davalar ”söz dinleyen” dairelere
gönderilecektir. Yasa tasarısına geri dönecek olursak ”Hâkim ve savcılar
aleyhinde yaptıkları işlemler ve kararları nedeniyle tazminat davası
açılamayacak. Dava, devlete karşı açılmış sayılacaktır.” Şimdilik kanun
tasarısında gözümüze takılanlar bunlar.

            Bir diğer dikkat çekici husus yine
geçtiğimiz günlerde TBMM’ye sunulan Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun Tasarısı”yla ilgili. Bu tasarıda Anayasa Mahkemesi
üyelerinin yemin metninden ”Türk Milleti” ve ”Türkiye Cumhuriyeti” ifadeleri
çıkarılmak isteniyor. İşte görüleceği üzere Bakanlar Kurulu tarafından TBMM’ne
sunulan Kanun tasarısındaki ”Türk Milleti” ifadesi, ”Türkiye Cumhuriyeti”
ifadesi bakanlarımızı ne kadar rahatsız ediyor. Ancak bu rahatsızlık Haziran
2011 seçimlerinden sonra ortadan kalkacak. Çünkü o zaman ABD ve AB güdümündeki
hükümet almış olduğu %60 oyla Türkiye’yi eyaletlere bölecek; KCK davasından
yargılananlar ”anadillerinde” savunma yapabileceklerdir. 26 Ocak tarihli bir
haberden okuyorum: ” Gül, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) 2011
Kış Dönemi Genel Kurulu’na katılmak üzere geldiği Strasbourg’da, temaslarını
izleyen gazetecilerle sohbet etti. Cumhurbaşkanı Gül, Avrupalı bir
parlamenterin “KCK davasıyla ilgili ana dilde savunma yaptırılmadığı”
yönündeki sorusunun hatırlatılması üzerine, “(İnsanlar Türkçe bilmiyorsa
kendi dilinde, başka dilde savunma yapabilir) dedim” şeklinde hatırlatmada
bulundu.”

            Ülkenin en tepedeki makamı bölünmeye
yeşil ışık yakmıştır. Milletimiz gaflet içinde Haziran 2011 seçimlerinde
dağıtılacak erzak paketlerini beklemektedir. 12 Eylül referandumundan önce
sandıktan ”Hayır” çıkacağını düşünerek ”hayırlı olsun” demiştim. Ancak evet
çıkınca ”geçmiş olsun” dedim. Haziran 2011’de sandıktan AKP umduğu gibi
yüksek oranlarla çıkarsa ”başımız sağolsun” demekten başka sözümüz
kalmayacaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.