Hem tabelaya bakıp hem kasada duramaz mıyız?

Tabela Erguvan Tanıtım ve İtibar Atölyesi işbirliği ile BUSİAD Evi’nde gerçekleştirilen “Vizyon Söyleşileri” nin dün geceki konukları Destek Patent A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Yamankaradeniz, İtibar Atölyesi Başkanı ve İletişim Danışmanı Ertan Acar ile Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Serdar Dinler idi.
Kolaylaştırıcılığını Bursa Halkla İlişkiler Derneği Başkanı Serdar Ömeroğulları’nın yaptığı söyleşide zaman nasıl geçti anlamadık doğrusu.
Konuşmacılar deneyimlerini paylaştı, izleyiciler pür dikkat kendilerini dinledi.
Önce kişilerin, sonra kurumların, dolayısıyla da ülkenin markalaşması ve itibar kazanması adına neler yapılmalıydı, neler yapılmamalıydı, hangi yollardan geçilmeliydi bilenlerin dilinden dinledik bir bir.
Anlatılanları yazımda aktarmaya çalışacağım. Konuşma aralarına serpiştirilen ‘örnek’ kısa öyküleri ya da benim aklıma geliveren düşünceleri de paylaşacağım.
Patentsiz olmaz
Serdar Ömeroğulları’nın yaptığı açılış konuşması ile başlayan söyleşide ilk sözü Kemal Yamankaradeniz aldı.
Marka ve patentin bilinmediği yıllardan marka ve patentin en çok konuşulduğu yıllara gelinmesinin kendisini sevindirdiğini söyleyerek başladı sözlerine.
“Biz, markanın doğumundan yükselmesine her alanında bulunuyoruz” dedi ve bu evrelerde firmaların dikkat etmesi gerekenlere dikkat çekti.
“Marka oluştururken sadece Türkiye değil dünya pazarı düşünülmeli. Ürününe aklına gelen ilk ismi koyarsan dünyada geçerliliğin olmaz. Üstelik koyduğun ismin dünya dillerinde ne anlama geldiğini de araştırmak gerekir ki ürün ile isim çelişmesin” dedi.
Sonra da Chavrolet Chevy NOVA örneğini verdi. Nova marka otomobilin satışı İspanyol dillerinin kullanıldığı ülkelerde başarılı olamamış. Çünkü “nova” İspanyolca’da “yürümez” anlamındaymış. Yürümemiş de zaten…
Peki bizim neden uluslararası bir markamız yok diye soruyor Yamankaradeniz ve kendisi cevaplıyor.
“Bunun için öncelikle yatırım yapılması gerek. Türkiye’nin 2023’de 10 dünya markası çıkartma hedefi var. 2023 bir hedeftir.” diyor.
* Hem kesenin hem de zihinlerin ağzını açmak lâzım demek ki…
“Hangi mecra için marka olak istediğinizi bilin. Hepsi farklı çalışma gerektirir. Büyük hedef için az çalışma, küçük hedef için çok çalışma yapmayın” diyor. Daha sonra söz alan Ersin Dinler ise bu konuda “Siz işinizi her zaman büyük tutun” diyor…
Neden teknoloji üretmiyoruz diye soruyor tekrar. Biz neden diye düşünürken o yine kendisi cevaplıyor.
“Bu bir kültür meselesi. Farklı bakış açısı ve araştırma kültürü lazım ve buna ilkokuldan başlanmalı” diyor.
Biz hepimiz teknoloji tüketmekte gayet başarılıyız da umarız artık üretmeye de geçeriz…
En aklınıza gelmeyecek insanın elinde dahi kendisinden akıllı bir telefon var malum….
Patent başvurularının önemine geliyor söz.
Ülkemizde eskiden sayı 1000 iken, şimdi 15 bin patent başvurusu varmış. Bugünkü Türkiye için yeterli değil elbet. Japonlarda 400 bin patent başvurusu olduğunu düşünürsek…
Japonlar en ufak bir şeyin dahi patentini almak için koşturuyorlar. Japonlar bu “acımasız rekabet”i Amerikalılar’dan kapmışlar. Patentli her ürünlerini pazarlardan toplamış ABD’liler. Japonlar da böylece inovasyonu öğrenmişler. Yarıştan kopmamak için de sürekli geliştiriyorlar ve yeniliyorlar kendilerini. O yüzden de yaptıkları her yeniliği tescilliyorlar.

Türkiye’de böyle acımasız bir piyasa yok.
* Belki de nedeni Türkler’in pratik insanlar olmalarıdır ve sürekli bir şeyleri bir yerlere uydurmalarıdır. Tembel insan yaratıcı olur. Yokluk da insanı icatçı yapar. Zaruretten doğan icatlar patent almayı gerektirecek değerde görülmüyor o zaman. Üstelik patent almaya da üşenir insan.
Lakin üşenmemeli. Her ayrıntının patentini almak gerekli.
Her firma ürettiğini daha iyi nasıl yaparım araştırmasına girmeli. Eski patent bilgileri incelenmeli.
En acilinden bu kültürü edinmeli…
Hangi dünyada yaşıyoruz?
İlk turun ikinci konuğu Serdar Dinler idi. Sözlerine öngörünün somut açılımıyla başladı.
“Geçmişi bilmek ve bugünü anlamak geleceği görmektir” dedi.
“Dünya hızla değişirken bizim geride kalma lüksümüz yok. Değişime ayak uyduramayan yok olur” diye de zihnimize darbeyi indirdi.
Dünyanın sanayileşme evrelerini önümüze serdi kısaca.
Endüstri devriminin etkisi, devrimin yeni bir nesil yaratması, işçi sınıfının ortaya çıkmasıı, demiryollarının bu değişimdeki önemi… Üstüne üstlük bir de elektrik bulununca gecemizin gündüz olması ve çalışma saatlerinin güneşten bağımsızlaşması.
Bir yerlerde duyduğum gerçek bir öykü geliyor aklıma:
ABD’de eğitim almış bir Hintli ülkesine döndükten sonra ABD’li firmaya birlikte çalışmayı teklif ediyor. Dünyanın ters taraflarında yaşamanın etkisi ve teknolojinin avantajıyla oluşturulan vardiyalı çalışma ile 24 saatlik bir çalışma ortaya çıkıyor. Hindistan uyurken ABD çalışıyor, ABD uyurken Hindistan…
Dinler devam ediyor anlatmaya; petrol ve kimya, enformasyon, akıllı telefonlar, bilgisayarlar, internet…
Ve 2000’lerde başlayan sosyal dönem.
“Yaşanan bu hızlı değişime gençler ayak uydurabiliyor. Biz onları anlar ve onlara uyum sağlarsak var oluruz” diyor.
Ve ekliyor; “Gençler film sanayiini dahi değiştirdi. Uzun uzun filmler izlemek istemiyorlar. Uzun okumak istemiyorlar. Uzun yazmak istemiyorlar. Değişim ve etkileşimin şekli değişti. Hastalıklar değişti. Muayene ve tedaviler değişti. Kişiye özel ilaçlar belirleniyor. Global hastalıklar var artık. Sanayi de değişti.
Sağlık ve eğitime gidiyor yatırımlar. Sosyal sanayi gelişti.
Pazarlar değişti. Artık networkler var. Artık uyumlu ve elegant bir hayat var.
Nüfusumuz çok hızlı artıyor. 2050 yılında 165 milyon yeni iş lazım. Varlığımızı devam ettirmek istiyorsak uyum sağlamalıyız.
Gelecekte köyler sıfır nüfusa inip şehirler % 100’ü görecek.
Şehir içi mahalle savaşları olacak.”
Bu konuşulanlar insana “Aman Allahım, nerede yaşıyoruz, nereye koşuyoruz, bu bir bilim kurgu filmi mi? dedirtiyor…
Paradokslar da çıkıyor arada. Oto üretiminde 25 kişinin yaptığını yapan 1 adet robot var, lakin robot üretim fabrikasında çalışacak eleman bulmak zor.
Onlar da komşu fabrikanın robotlarını mı çalıştırsınlar o zaman? Trajikomik değil mi?
Dinler’in son tespitlerine biraz üzüleceksiniz.
Savaşlarda yılda 600 bin kişi ölüyormuş. İş kazasında ise yılda 2 milyon kişi. Buna kısaca İş Savaş çıkmış da haberimiz yok mu desek acaba?
1923’den bu yana kurulan şirketlerin ortalama ömrü ise 4,5 yıl imiş.
* Aç-kapa, aç-kapa… Geleceğe miras bırakma…
Söz arasında Serdar Dinler’den gerçek bir minik hikâye dinledik.
Anlatayım:
Tabela mı kasa mı?
İki oğlu olan meşhur baklavacıya ikisine birden bırakılmaz kuralına istinaden sorarlar; “Oğllarından hangisine bırakacaksın dükkanı?”
“Biz” der baklavacı, “Çocuklar küçükken dükkana getiririz. Birisi kasaya oturur, biri çıkar dışarıdan dükkanın tabelasına bakar.”
Çocuklar büyür, şirket büyür…
Gün gelir bir içecek firması baklavacıda pazar bulmaya çalışır. Her itirazda gittikçe fiyat yükseltir.
Bu ısrarlar üzerine baklavacı baba yetişkin oğullarını oturtur karşısına, açar konuyu.
Kasa’yı seçen atlar hemen. “Tamam, hemen anlaşalım” der.
Tabela’yı seçen hemen bir bardak o içecekten alır, içine baklavayı atar. Baklava köpürür. “Sen” der babasına, “Bizim baklavalarımızı yiyenlerin midelerinde bu mu olsun istiyorsun?”
Baba dükkanı emanet etmek için tabelayı seçeni seçer.
* Kıssadan hisse; Kazanç önemliyse de itibar her şeydir…
Kurumsal İtibar nedir?
Üçüncü konuşmacı olan Ertan Acar kurumsal itibarı anlattı bize:
Sözlük anlamıyla Kurumsal İtibar; bir kurumun görünen yüzü ile ilgili materyallerin, insanlar üzerinde bıraktığı izlenimlerin toplamına denir. Bir kurumun muhatap olduğu kişi ve kurumların gözünde sahip olduğu değerdir. Bir kurumun, hissedarlar, müşteriler, çalışanlar, sosyal kurumlar, yazılı ve sözlü medya ile halkın beynindeki algılamalarının toplamıdır. Saygınlıktır. Muteber olmaktır.
İngilizcedeki karşılığı ALGIdır.
Kısaca bir karşılaştırma yaparsak; Türkiye’deki 100 markanın değeri 31 milyon dolar ve 1 Walmart etmiyor.
Borsa’da işlem gören hissesi olan şirketler 1 Ronaldinho etmiyor.
İtibarı yüksek olan şirketlerin hisseleri % 15 daha pahalıya satılıyor.
Üretimin değişen yüzüne de bir bakalım;
70’lerde: Üretin de nasıl üretirseniz üretin.
80’lerde; Üretin ama kaliteli üretin.
90’larda; Üretin, kaliteli üretin, markanız da olsun.
2 binlerde; bunlara ek olarak üretiminiz etik de olsun.
2 binlerin sonuna doğru hepsine ek olarak İtibarlı Olun…. dendi.
Neden itibar diye soracak olursanız, çünkü itibarlı olanlar krizleri atlatırlar…
Marka olabilmek için bir de firmanın bir öyküsünün olmalı.
Hiç dikkatimi çekmeyen bir ayrıntıdan bahsetti Acar. “Yurt dışından gelen konuğa göre caddelerdeki reklamlar da değişiyor dikkat ettiniz mi? dedi. Etmemiştim…
Kore’den gelen konuk devlet adamı billboardlarda kendi ürünlerinin reklamlarını görüyordu. Ya da Almanya Başkanı geldiğinde Alman ürünleri billboardlara yerlerini alıyordu.
* Bundan böyle daha dikkatli bakmak lâzım demek ki.
Bakıyormuşuz ama görmüyormuşuz…
Patent Yasası’nı bekliyoruz
İkinci tura dönüldüğünde Kemal Yamankaradeniz marka korumada mevzuat eksikliği olmadığını ama uygulamada sıkıntı olduğunu söylüyor. “Mahkemelerde hak kayıpları yaşanıyor” diyor.
Akıllarda sorular; Patent koruma kanunu niçin bir türlü çıkamıyor?
Bu kanunun çıkması için kamuoyunun oluşması gerek diyor Kemal Bey.
“Yurt dışından gelecek olan markalar haklarının korunmasını önemsiyor. Bu yüzden yatırım için patent kanunun çıkmasını bekliyorlar” diyor.
Teknoloji değişimi iklimi lazım bize ve bu iklimin de üniversitelerde gelişeceğini düşünüyor Kemal Bey.
Üniversite-sanayi işbirliğinin önemine dikkat çekiyor.
“Gelişmiş ülkelerde lokomotif teknolojiler üniversitelerden çıkar” diye altını çiziyor.
“Türkiyenin iklimi buna hazır” diyerek de konuşmasını sonlandırıyor.
Serdar Dinler bu kez Kurumsal Sosyal Sorumluluk nedir onu anlatıyor.
“KSS’nin olmazsa olmazı olan,
1. kural; ekonomik sorumluluk” diyor. “Şirket para kazanmalı, çalışanların maaşları yatmalı. Şirket iyi yönetilmeli.”
2. kural; “Hukuki sorumluluk. Kanunlara uyulmalı. Gelenekler de kanunlar gibi görülmeli ve dikkate alınmalı” diyor.
3. kural; Etik sorumluluk,
4. kural; Sosyal sorumluluk…
* Görüldüğü üzre ilk ikisi kurumsal, son ikisi sosyal sorumluluk.
İlk ikisi olmadan son ikisi olmaz…
 
Firmalarda ya da kurumlarda her şey aynı dahi olsa güvendiğini seçiyor insan
Her şeyi neredeyse tıpatıp aynı olan yüzlerce marka sudan gidip birisini alıyor mesela.
Ya da kalitede aynı dahi olsa İtalyan mobilya almak istiyor. Tasarımın önemini atlamayalım…
Akıllarda kalan her ne ise insan tercihini ona göre yapıyor.
Aynı durumda olan iki GSM şirketinden birisi batarken birisi yürümekle kalmıyor, adeta koşuyor…
Genelde yaptığı işi doğru yapıp, içine sosyal sorumluluğu da katanlar farklılık yaratıyor ve yıkılmıyor.
Global düşünerek globalden başlayanlar daha başarılı oluyor
İsrail modelinde olduğu gibi, İsrailliler’in hiçbir siteleri İbranice değil, hepsi İngilizce ve kimse de o firmanın kimliğini sorgulamıyor..
Bir de; ki en önemli ayrıntılardan birisi “Sistem basit ama fonksiyonel olmalı” diyor Dinler. En bilinen örnek Google’da olduğu gibi.
Herkesin ulaşabileceği, herkesin anlayabileceği, herkesin kolaylıkla kullanabileceği, herkese hitap eden.
İtibar ölçülebilir mi?
İkinci turun son konuşmacısı olan itibar uzmanı Ertan Acar “İtibar ölçülebilir mi?” diye soruyor, “Evet ölçülebilir” diye cevaplıyor.
“Genelde insanlar size bir işin nasıl yapılacağını değil de nasıl yapılmayacağını söylerler” diyor.
* O zaman bir öykü de benden gelsin;
Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş.
Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış.
Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.
Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.
Usta ressam şöyle demiş: “İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.”
****
Bir amfide ders dinler gibi dinlediğim bu söyleşiden cebimizde kalan her zamanki gibi çalışmak oldu.
Lakin kaliteli çalışmak.
Hedefi belirleyip, gündemi takip edip, geliri olduğu kadar insanı ve doğayı da önemseyip çalışmak…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.