Diğerleri’nin meraklıları

Her şeyin inini dibini öğrenmeye ne kadar da meraklıyız…
Ne kadar çabuk hükümler veriyoruz, ne kadar çabuk yargılıyoruz, ne kadar çabuk yaftalıyoruz…
Hoşumuza gitmeyen ya da işimize gelmeyen bir durumda çareyi hemen atıp-tutmalarda buluyoruz. Ne gerisi, ne berisi; hiçbir şey düşünmeden basıyoruz kalayı, basıyoruz karayı.
Olayların ne ‘neden’inin, ne de ‘niçin’inin bir önemi var nasılsa değil mi?
Zıvanadan çıkmış gibi saldırmaya başlıyoruz ağımıza takılan kurbana…
Hatırlarsınız belki; “Kim? Kiminle? Nerede? Ne zaman? Ne yapıyordu?” diye bir oyun oynardık hani.
Sütunlara ayrılarak katlanmış bir kâğıda bu başlıkları atar, her sütuna denk gelen soruya sırayla cevaplar yazardık. Bir önceki soruya bir başkasının verdiği cevabı görmeden bir sonraki soruya kendi cevabımızı yazıp, kâğıdı katlar ve o kâğıdı bizden sonrakine geçirirdik.
Cevaplar tamamlanıp da kâğıt açıldığında oluşmuş cümleyi bir kerede okur ve bu cümlenin komikliğine kahkahalarla gülerdik.
Okuduğum ya da şahit olduğum vak’aları gördükçe böyle bir oyunun içinde miyim acaba diyorum….
Yazık ki artık ne oyunlar güzel, ne de ortaya çıkan cümleler kahkahalarla gülünecek kadar komik…
****
Ortalara düşen bir konunun dilden dile dolaşırken şekilden şekile girmesi ve tamamen başkalaşması, çok zaman çirkinleşmesi, kişilerin asılması-kesilmesi-sallandırılması-gömülmesi-üzerinde tepinilmesi-suyunun çıkarılması-hâttâ suyunun da suyunun çıkarılması-sündürülmesi-posa haline getirilmesi ve son olarak da çöpe atılması.
Ve yeni bir olayla her şeyin baştan başlaması…
İnsan öğüten bir sistemdeyiz sanki…
Birisi tökezlediği anda bu sistemin bıçakları bilenmeye başlıyor. Tökezlemek düşmeye dönüştüğündeyse o bıçaklar yavaş yavaş dönmeye başlıyor. Düştükten sonra kalkmaya çalışmak için uzattığı elini tutup o kişiyi kurtarmak yerine, acımasızca savrulan tekmelerle zavallıcık çarkın içine daha büyük bir hızla itilip lime lime ediliyor.
Ne içinde bulunduğu şartlar, ne iç dünyası, ne gelmişi, ne geçmişi, ne ailesi, ne çevresi ne de başka bir şeyi düşünülüyor.
“O kendini düşünmemişse ben onu niye düşüneyim!” mantığı var ya, işte o her zaman ağır basıyor.
Oysa onun yaptığı onun, senin yaptığın da senin aynandır.
Birisi herhangi bir yerde hata yapmış olabilir. Diğeriyse onun yaptığı bu hatayı fırsat bilip, allayıp pullayıp dillendirerek, bilerek ve isteyerek büyük bir KÖTÜLÜK yumağı haline getirip kendi içinde ‘var olan’ı gün yüzüne çıkartıyordur.
Hata affedilebilir, kötülük asla…
****
Görüyorsunuz, son günlerde içlerindeki kötülüğü engelleyemeyen yaratıklar kalplerinde barındırdıkları karaları dillerinden kusarcasına çıkartıyorlar.
Öldükten sonra yakılarak küllerinin suya dökülmesini arzu ettiğini söyleyen sevilen ve sayılan kadın için, “ÖLEN O KADINI FIRINLAMAYACAK MISINIZ?” diye çemkiriyor birisi.
Bir diğeri de “Senin çocuğun olmaz, söyle bakalım o çocuk kimden?” diyerek hesap sorup duruyor yeni evli, medyatik ve komik adamdan.
Hatırlarsınız, bu mantığın ağababaları da bir zamanlar “Su testisi su yolunda kırılır” diyerek kendi akrabalarını aklayıp, su yolunda kırılarak ölmüş kendisini savunamayan kadını karalayarak “Oh olsun” çekiyorlardı ulu orta…
Ellerine ne geçti, amaçları neydi, beklentileri ve memnuniyetleri neyin ne olmasıyla orantılıydı bilinmez.
Rezil ettikleri insanlardan daha fazla rezil olanın esasen kendileri olduğunu da mı anlamıyorlardı, orası da hiç bilinmez…
****
Kendilerini sevip kendileriyle meşgul olan insanlar başkalarının ne yaptığıyla pek de ilgilenmiyorlar aslında.
Çevrelerindeki insanların üzüntüleriyle üzülüp, sevinçleriyle sevinebiliyorlar. Başkalarının mutsuzluklarından mutluluk çıkartmıyorlar.
Ne sitem etmeyi biliyorlar, ne de her işin arkasında bir art niyet aramayı.
Kısacası kendisiyle sorunu olmayan bir insanın diğerleriyle de sorunu olmuyor. Hayat içinde yaşarken oluşan dünyevî sorunları da kendi iç huzurlarıyla kolayca bertaraf edebiliyorlar.
Kendileriyle kavgalı insanlarsa bütün dünyayla kavgalı hele geliyorlar. Kavgalı yaşayıp yine aynı kavganın içinde bîtap düşmüş olarak bu dünyadan ayrılıyorlar.
Bu insanlar ona buna sataşıp başkalarının ayıplarını deşeleyeceklerine, kavgadan kavgaya koşturup aciz buldukları herkesin üzerine atlayacaklarına durup da bir kendilerine baksalar keşke.
Güçlü olmanın zayıfı ezmek değil de, adil olmak olduğunu öğrenseler.
Hem; olur ya, gün gelip kendileri de benzer bir durumda kalabilirler. O zaman “adalet” dilenmeye yüzleri olacak mıdır acaba?
Yoksa her zamanki yüzsüzlükleriyle en çok onlar mı talep edeceklerdir adaleti?
Ben’ce;
Hayat öyle bir ilahî dengeyle ilerlemekte ki, yıllarca nahak yere atılan bütün taşlar atanın kapısına dönmek için eminim bir yerlerde birikiyordur.
O taşları atanlar hiç ummadıkları bir anda kapılarının önünde yığılmış onca taşı görünce hayretle “Bunlar da ne?” diye soracaklardır üstelik…
İşte o taşlar kendi elleriyle biriktirdikleri “kendi taşları” dır.
İyilik de sahibine döner, kötülük de.
Tabiri caizse,
Bumerang misali…
cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.