Tepetaklak

Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını? demiş Şems-i Tebrizi.

Salgın dolayısıyla alt üst olan dünyaya ve bambaşka bir boyut kazanan hayatlarımıza bakıyorum bakıyorum, sonra da bilmiyorum diyorum.
Nereye koşuyoruz, bu koşuda ipi göğüsleyebilecek miyiz, tökezlenip düşecek miyiz, bilmiyorum.
Yıllardır, yaşadığımız hayatın günden güne sarpa sardığını biliyordum ama o yaşantımızın altını üstüne getirmek, ters yüz etmek için ne yapmak lazımdı, onu bilmiyordum.
Çareyi yine zaman bulacaktır, bir yerlerde bir kırılma yaşanacak ve hayat bu kırılma ile birlikte başka bir yönde akmaya başlayacaktır diye düşünüyordum.
Tebrizi’nin dediği gibi, değişime direnmek yerine teslim olmayı seçiyordum.

Değişim, sonsuz bir yolculuk ile durmaksızın devam ediyor.
Yol uzun, yolculuk ağır, gittikçe çoğalan yolcular birbirleriyle yer kavgası yaparken yol kenarındaki manzara da ağır ağır değişiyor. Bu uzun yolda, değişen manzaralar gibi insanlar da ağır ağır, hattâ çok ağır değişiyor.
Yük ağırlaştıkça hayat treni ite kaka yol almaya çalışıyor, haliyle manzaranın değişimi de yavaşlıyor,
Tren keskin bir viraja girince trenin dışına ya da arkasına tutunarak yolculuk yapanlar bir o yana bir bu yana savruluyor, oldukları yere tutunamayanlar yok olup gidiyor. Emniyet kemeri takılı olanlar ile kendilerini tespih böceği gibi toparlayıp içlerine büzüşenler savrulmayı daha az hasarla atlatıyor. En azından trenden düşmüyor, yolculuğuna devam ediyor. Tren, keskin virajı döner dönmez bir düzlüğe çıkıyor, manzara bir anda değişiyor, yükü hafifleyen trenin hızı artıyor, düze çıkan tren bir dahaki viraja kadar yolculuğunu alışılagelmiş hızında sürdürüyor.

Benzetmeleri bir kenara bırakırsak;
Dünyaya gözümüzü açtığımızdan bu yana hiç düşünmeden yaşadığımız ne varsa, şimdi yok!
“Sokağa çıksana, hayat sokakta!” derdik, şimdi “Evde kal” diyoruz.
Çocuklara “Kalk şu bilgisayarın başından, dersini çalış!” diyorduk, şimdi ise “Otur, sakın kalkma!” diyoruz.
Öğrenciler okula gitmemek ve evde kalmak için bin bahane uydururlardı, okul yoluna hasret kaldılar.
“Evde yemek yapmaya gerek yok, dışarıda her şey var!” diyorduk, ekmeğimizi bile evde yapar olduk.
Birbiri ardına açılan mekânlar sosyal hayata renk katıyordu, tüm mekânlar üçer beşer kapandı, sosyal hayat “zoom” yayınlarına kaydı.
Sosyal medya kullananlara dudak bükülürdü, karantina günlerinde sosyal medya can simidi oldu.
Doktorluk en gözde mesleklerden biriydi, ne acı ki, en korkulan meslek haline geldi.
Kültür ve sanat hareketleri sosyal terapi görevi görüyordu. Lakin zor günlerde daha yüksek çıkması gereken sanatın ve sanatçının sesi, her zamanki gibi, ilk kısılan seslerden biri oldu.
Kitap okumaya, film izlemeye zaman bulamayanlar istemedikleri kadar zamana kavuştular.
Aileleri ile vakit geçirmeye hasret kalanlar, bir ömre yetecek kadar çok bir arada oldular.
Yaşlılara, “Günde en az 20 dakika yürüyün!” denirdi, “Sakın ha evinizden çıkmayın!” denir oldu.
“Büyüklerinizi sık sık ziyaret edin!” denirdi, “Yaşlılardan mümkün olduğunca uzak durun!” denir oldu.
Hafta sonlarına sokağa çıkma yasağı gelince pazartesi sendromu rafa kalktı, pazartesi dört gözle beklenir oldu.
“Elimi sürmeden, gözümle görmeden alışveriş yapamam!” diyenler, internet alışverişlerinin başından kalkamaz oldu.
“Elimi sürmeden, gözümle görmeden seyahat edemem!” diyenler, sanal gezilerin başından kalkamaz oldu.
Aşıya itiraz etmek aklımızdan geçmez, çocukları büyütürken elimizde aşı takip kartı ile doktorun kapısında biterdik, şimdi ise Covit-19 aşısı, “Yaptırmam!” nidaları ile protesto ediliyor.
Cenaze ne kadar kalabalıksa vefat eden kişi o kadar itibarlı sayılırdı, şimdi herkesin cenazesi üç-beş kişi ile kalkıyor.
Ölünün ardından yedi gece yapılan okumalar, kırkında ayrı, elli ikisinde ayrı yapılan dualı toplanmalar yerini sessizliğe bıraktı.

Dünyamız tepetaklak oldu kısacası.
Baktı ki biz hizaya gelmiyoruz, “Biraz da böyle deneyelim.” dedi ihtimal.
Pek çok şey anlamını yitirdi. Ortaya yeni anlamlar, yeni anlayışlar çıktı.
Olmaz dediklerimiz oldu, ölmez dediklerimiz öldü.

En çok sağlık sektöründen olmak üzere pek çok kurban verdik, veriyoruz da.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nda yer alan Anıt Sayaç gibi, Türk Tabipleri Birliği tarafından hazırlanan Siyah Kurdele’de, Covit-19 salgınında ölen sağlık görevlilerinin listelendiği sayaçtaki isimler durmaksızın artıyor.

Ne dünya ülkeleri yönetebiliyor bu garip hâli, ne de ülkemiz.
Halk deseniz neye inanacağını şaşırmış, ne yapacağını bilemez hâlde.
Bu bir uzaylı istilası mı, bir biyolojik savaş mı, nüfus planlaması mı, yoksa laboratuvardan kaçan hınzır bir virüs mü, anlaşılamadı. Teorinin bini bir para. Seç beğen al, istediğine inan.


Gittiğimiz yolda U dönüşü yasağı var mıydı yok muydu bilmem ama bu “şey” her ne ise dünyaya sıkı bir U dönüşü yaptırdı.
Siyasi hayat ise hep bildiğiniz gibi, dümdüz.
Siyasiler, bir savaş içinde olduğumuzu idrak etmeyip hâlâ daha burunlarının dikine “dümdük” gitmeye devam ediyorlar.
Kendi aralarında ettikleri kavgalarla toplumu daha çok gerip, garip yasaklamalar ve tutarsız kararlarla insanların aklını daha çok karıştırıyorlar.
Her şey tepetaklak oluyor, bir onlar olmuyorlar…

3 Aralık 2020 / C.E.Y.

cananekncylmz@gmail.com'

Canan Ekinci Yılmaz

1 Nisan 1963 Karacabey doğumlu. Karacabey Lisesi mezunu. 5 Ekim 2010 itibariyle yazar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.